F Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler

A B C Ç D E F G H I İ J K L M N O Ö P R S Ş T U Ü V Y Z

Osmanlıca Sözlükte Ara

  • FARZ-I KİFAYE

    Bir kısım müslümanların yapması ile diğerlerinin günahtan kurtuldukları farz. Cenâze namazı kılmak gibi.
  • FARZ-I MUHAL

    Olması imkânsız olup, var gibi kabul edilen. Olmayacak şeyi, olmuş gibi düşünmek.
  • FARZ-I NEBEVÎ

    (Bak: Sünnet)
  • FARZ-I ZANNÎ

    Müçtehidlerce kat'i bir delile yakın derecede kuvvetli görülen, zanni bir delil ile sâbit olan vazifedir ki, amel hususunda farz-ı kat'î kuvvetinde bulunur. Buna farz-ı amelî de denir. Meselâ: Abdestte mutlaka başı meshetmek bir farz-ı kat'îdir. Başın dörtte birini meshetmek bir farz-ı amelîdir.
  • FARZÎ

    Farzedilene, tahmin olunana dair. Takdir ve tahmin usulüne dayanan ve ona müteallik.
  • FARZİYE

    (C.: Farziyyât) Bazılarına göre kabul edilir sayılan. Mevhum ve itibarî olan. Aslı isbat edilmemiş hüküm.
  • FAS'

    Hurmanın kabuğunu soymak.
  • FASAFIS

    Beyaz söğüt dedikleri ağaç.
  • FASAHA

    Ruşen olmak, parlamak. * Hâlis olmak.
  • FASAHAT

    Doğru ve düzgün söyleyiş. Açık ve güzel ifadeli konuşma.Fasâhat: Sözün; lâfız, mâna ve âhenk itibariyle kusursuz olmasıdır. Diğer tâbirle, lâfızların söylenişinin tatlı, mânasının da söylenirken hemen zihne girmesidir. Bu keyfiyetlerin birincisi, kelime ve cümle âhengi ile, ikincisi de kullanan kimsenin kelime hazinesi ve seçme kudreti ile alâkalıdır. Fasâhatin daha yüksek derecesine belâgat denir ki; fasih bir sözün, yerine ve adamına göre söylenmesidir. Her beliğ söz, yerine göre denmemişse, beliğ olamaz. (Edb. S.)Kelimenin aslı: "Sütün köpüğü gidip hâlis kalması" mânasına idi. Sonra bir şeyin sâfi ve şaibelerden, şüphelerden hâlis olmasında kullanılmıştır. Bir şeyin belli ve âşikâr olması. (L.R.)(Lâfzındaki fesahat-ı harikasıdır. Evet Kur'an mânen üslub-u beyan cihetiyle fevkalâde beliğ olduğu gibi lâfzında gayet selis bir fesahati vardır. Fesahatin kat'i vücuduna, usandırmaması delildir ve fesahatin hikmetine, fenn-i beyan ve maaninin dâhi ulemasının şehadetleri bir bürhân-ı bâhirdir. Evet, binler defa tekrar edilse usandırmıyor. Belki lezzet veriyor. Küçük basit bir çocuğun hâfızasına ağır gelmiyor; hıfzedebilir. En hastalıklı, az bir sözden müteezzi olan bir kulağa nâhoş gelmiyor, hoş geliyor. Sekeratta olanın damağına şerbet gibi oluyor. Zemzeme-i Kur'an onun kulağında ve dimağında aynen ağzında ve damağında mâ-i zemzem gibi leziz geliyor. Usandırmamasının sırr-ı hikmeti şudur ki: Kur'an, kulube kut ve gıda ve ukule kuvvet ve gınâdır ve ruha mâ ve ziyâ ve nüfusa devâ ve şifâ olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi hergün yesek, usandıracak. Demek Kur'an hak ve hakikat ve sıdk ve hidayet ve hârika bir fesahat olduğundandır ki, usandırmıyor, daima gençliğini muhafaza ettiği gibi tarâvetini, halâvetini de muhafaza ediyor. Hattâ Kureyşin rüesâsından müdakkik bir beliğ, müşrikler tarafından, Kur'anı dinlemek için gitmiş. Dinlemiş, dönmüş, demiş ki: "Şu kelâmın öyle bir halâveti ve tarâveti var ki kelâm-ı beşere benzemez. Ben şairleri, kâhinleri biliyorum. Bu onların hiç sözlerine benzemez. Olsa olsa etbâımızı kandırmak için sihir demeliyiz." İşte Kur'an-ı Hakîm'in en muannid düşmanları bile fesahatinden hayran oluyorlar. S.)
  • FASAHAT-PERDÂZ

    f. Güzel ve açık konuşan. Fasih konuşan.
  • FASAL

    Ek. Bilek.
  • FASD

    Kan alma, hacamet. * Damar kesmek.
  • FASDA'

    Fe takip edatından sonra fiilinin emr-i hâzırı.
  • FASETE

    Fr. Tıraş olunmuş elmasın yüzlerinden her biri.
  • FÂSIK

    (Fısk. dan) Günahkâr. Hak yolundan hâriç olan. Allah'ın emirlerine karşı zıt hareket eden. Büyük günahı işleyen veya küçük günahta ısrar eden kimse.(Ey bedbaht fâsık adam! Fâsıkların kesretine bakıp aldanma ve "ekseriyetin efkârı benimle beraberdir" deme! Çünki fâsık adam, fıskı istiyerek ve bizzat taleb edip girmemiş; belki içine düşmüş çıkamıyor... Hiç bir fâsık yoktur ki, sâlih olmasını temenni etmesin ve âmirini ve reisini mütedeyyin görmek istemesin. İllâ ki, El-iyâzübillâh! irtidat ile vicdanı tefessüh edip, yılan gibi zehirlemekten lezzet alsın.) (R.N.)
  • FÂSIK-I MAHRUM

    Günah işlemeye hazır olduğu halde fırsat bulamayan.
  • FÂSIK-I MÜTECÂHİR

    Açıktan açığa kimseden sıkılmadan günah işleyen. İşlediği günah ile övünen günahkâr kimse. (Böylelerin aleyhinde konuşmak gıybet sayılmaz.)
  • FÂSIL

    Fasıllara ayıran. Kısım kısım eden.
  • FÂSILA

    Bend. Kısım. Bölük. Durak. * Mevsim. * Mebhas.
  • FÂSILA-İ SALTANAT

    Yıldırım Bayezid'in Ankara savaşında Timur'a esir düşmesinden, Çelebi Mehmed'in pâdişah olmasına kadar geçen zaman.
  • FÂSİC

    Kısır, semiz davar.
  • FÂSİC

    Semiz. * Yüklü olmayan kısır deve.
  • FÂSİD DAİRE

    Man: A yı B ile, B yi A ile ispat etmek. Bir düşünceyi isbat etmek için isbat edilmemiş başka bir düşünceyi delil olarak kullanmak ve bunu da isbat için isbatı istenen ilk düşünceyi doğru sayıp buna delil diye kullanmak. Yani isbat edilen ile isbat edeni birbirine delil saymak olup isabetsizdir.
  • FÂSİD(E)

    Bozguncu. * Doğru olmayan. Bozuk. Müfsid. * Yanlış olan. * Fık: Aslen sahih olup, vasfen sahih olmayan. Yani, kendi nefsinde meşru' iken gayr-i meşru' bir şeye yakınlığı sebebiyle meşru'iyyetten çıkan şeydir. İbadet hususunda fâsid ile bâtıl aynı şeydir. Meçhul bir şeyi satmak gibi. (Bak: Bâtıl)
  • FÂSİD-ÜL MİZAC

    Ahlâkı ve iyi huyları ifsad eden.
  • FASÎH

    Fasahat sâhibi. Hatasız olarak söyleyen. Açık ve güzel konuşan.
  • FÂSİH

    (Fesh. den) Vazgeçen. Dağıtıcı. Bozguncu. Fesheden. * Çürüten.
  • FASÎHANE

    f. Fasahatli, fasih olana yakışır tarzda. Açıklıkla.
  • FÂSİH-İ ŞİRKET

    şirketi fesheden.
  • FASİKA

    Fâre.
  • FASİKÜL

    Fr. Bir kitabın ayrı bir kapak içinde satılan bölümlerinden her biri.
  • FASÎL

    (C: Fisâl-Fuslân) * Hâkim. * Kale duvarından kısa duvar. * Deve yavrusu.
  • FASÎLE

    (C.: Fesâil) Anababa, ebeveyn, âile. * Familya, bir cinsten olan bitkilerin hepsi.
  • FASÎS

    Seyelan etmek, akmak.
  • FASİT DAİRE

    (Bak: Fâsid daire)
  • FASL

    (Fasıl) İki şey arasındaki ek yeri. Mafsal. * Hak söz. Hak ile bâtılın arasını fark ve temyiz ile olan hüküm ve kaza. (Buna "Faysal" da denir) Halletmek. Ayrılma. Çözme. * Bölüm. * Mevsim. * Aynı makamda çalınan şarkı. * Çocuğu memeden kesmek. * Birini zemmetmek. Gıybet.
  • FASL-I BAHAR

    İlkbahar.
  • FASL-I GÜL

    Gül mevsimi, ilkbahar.
  • FASL-I HARİF

    Güz mevsimi.
  • FASL-I HAZÂN

    Sonbahar, güz.
  • FASL-I HİTÂB

    İki söz arasını ayıran kelime veya isimlerden biri. Önsözden sonra asıl maksada giriş. * Fık: Şahitlerin gösterdiği delil veya yeminlerinden sonra hâkimin hükmetmesi. * Hakkı bâtıldan ayırarak, nizaı ayırt edip kesmek ve halletmek. Herşeyi kemal-i vüzuh ile fasledip hakikatını göstermek.
  • FASL-I ŞİTÂ

    Kış mevsimi.
  • FASL-I ZAMANIN SAHİFE-İ SELÂSESİ

    Geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman. * Asr-ı saadetten evvelki devir, Asr-ı saadet ve ondan sonraki zamanlar.
  • FASM

    Bir şeyi tam kesmeyip ilişik bırakmak.
  • FASS

    Yüzük taşı. * Kemiğin oynak yeri. * Meyve içi. Lüb. * Kitabın bend ve mebhası. * Mektup ve emsâlinin mühürünü açmak. * Mc: Gözbebeği.
  • FASSAD

    (Fasd. dan) Kan alıcı, kan alan. * Cerrah.
  • FASSAL

    Dedikoducu. Herkesin kusurunu sayıp döken. * İnsanları medh ü sena eden kimse.
  • FASSAS

    Yüzük taşı yapan kimse.
  • FASUR

    Gümüş tabak.