V Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler

A B C Ç D E F G H I İ J K L M N O Ö P R S Ş T U Ü V Y Z

Osmanlıca Sözlükte Ara

  • VA

    Vah, yazık meâlinde olup hayf, hasret, esef gibi kelimelerle birlikte söylenir. (Buna Arabçada edât-ı nüdbe denir.)Türkçede bunun yerine; vâh, vây, eyvâh edatları kullanılır. Bunlar bâzan şiddet ve te'yid için tekrar edilir.
  • VA

    f. "Arkada, geri" mânâlarına gelerek birleşik kelimeler yapar.
  • VA'

    Çakal.
  • VA ESEFA

    Vah, esefler olsun! Eyvah, çok yazık!
  • VA HASRETA

    Vah vah! Ne yazık ki! (Teessür bildirir.)
  • VAAD

    (Bak: Va'd)
  • VAAZ

    (Bak: Va'z)
  • VA'B

    Ulaştırmak, vardırmak. * Toplamak, cem'etmek.
  • VABESTE

    f. Bağlı, mütevakkıf, olması bir şeye bağlı olan.(Bir fikre davet, cumhur-u ulemanın kabulüne vabestedir. M.)
  • VABİL

    Yağmur. İri katreli yağmur.
  • VÂCİB

    (Vücub. dan) (C.: Vâcibât) Lüzumlu, mecburi olan. * Fık: Yerine getirilmesi her müslüman için gerekli ve borç olup, yapılmadığı takdirde büyük günah olan Allah'ın emirleri. Yapılması zannî delil ile belli olan. Terki câiz olmayan. Yapılması şer'an kat'i derecede bir delil ile sâbit olmamakla beraber, her halde pek kuvvetli bir delil ile sâbit bulunan şeydir. (Vitir ve Bayram namazları gibi.) * İlm-i Kelâm'da: Varlığı zaruri olup, olmaması imkânsız bulunan.
  • VÂCİBÂT

    (Vâcibe. C.) Yapılması lüzumlu olan şeyler. Vâcib olan şeyler.
  • VÂCİBE

    Yapılıp yerine getirilmesi vâcib derecesinde lüzumlu olan şey.
  • VÂCİB-ÜL İFA

    İfa edilmesi lüzumlu olan. Yapılması gerekli olan.
  • VÂCİB-ÜL VÜCUD

    Vücudu mutlak var olan, yokluğu mümkün olmayan Cenâb-ı Hak.(Vâcib-ül vücuddur, yâni; O'nun vücudu zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümteni'dir. Zevali muhaldir. Tabakat-ı vücudun en râsihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sair tabakat-ı vücud O'nun vücuduna nisbeten gayet zayıf bir gölge hükmündedir. M.) (Bak: Kıyam-ı binefsihî, Vücud)
  • VACİD(E)

    Vücuda getiren. * Varlıklı. Fâtır. Gani ve zengin. * Mevcud olan.
  • VACİFE

    Muztarib olan. Istırab çeken. Korkan. * Sallana sallana yürüyen.
  • VACİZ(E)

    Kısa.
  • VAD

    f. Oğul.
  • VA'D

    Söz verme. Söz verilen şey. Bir kimsenin yapacağına veya yapmayacağına dâir söz vermiş olduğu husus. Bir şeyi yapmak veya bir şey için söz vermek va'ddır. Hayır işlenecek iş için masdar "va'd" veya "vaide" dir. İşlenecek şey şer ise; ev'ide denir. Masdarı "Îâd: $ " dır. Va'd hayırda, îâd ve vaîd şerde kullanıldığına göre; vaîd: $ masdarı şerre niyet ettiğini, korkulacak iş işleyeceğini haber vermekle korkutmaktan ibarettir.
  • VADADE

    f. Reddolunmuş, geri çevrilmiş. Merdud.
  • VA'DE

    Bir iş için önceden belli edilen zaman. Bir işi te'hir etmek, sonraya bırakmak için olan belli vakit. * Ecel.
  • VADİ

    İki dağ arasındaki uzun çukur. Dere. Bir nehrin aktığı yer. Nehir yatağı. * Yol, tarz, usül. * Saha.
  • VADİ-İ HÂMUŞAN

    Kabristan, mezarlık.
  • VADK

    Yağmur damlamak. * Alışmak. * Yağmur. * Genişlik. * Kolaylaştırmak, yakın olmak.
  • VÂFİ VE KÂFİ

    Bol bol yeter.
  • VÂFİ(YE)

    (Vefâ. dan) Tam, elverişli, kâfi, yeter. * Sözünün eri. * Va'dini mutlak yerine getiren Cenab-ı Hak.
  • VAFİD

    (C.: Vüffed - Evfâd - Vüfud) Elçi, temsilci.
  • VAFİH

    Kilise kayyımı.
  • VAFİR(E)

    (Vefret. den) Bir çok, bol, çok. * Edb: Aruz kalıplarından bahr-ı rabi'nin ismidir.
  • VAFTİZ

    (Vaftis) (Rumcadan) Hristiyanlarca çocuğun ve hristiyanlığa yeni girenin dine girme şartı sayılan, suya sokma merasimi. (Bak: Ta'mid)
  • VAGD

    Tamahkâr, cimri, hasis. * Alçak, bayağı, âdi.
  • VAHA

    Çöl ortasında suyu ve yeşilliği olan yer.
  • VAHAL

    (C.: Evhâl, vuhul) Bataklık, batak çamurlu yer. (Bak: Vahl)
  • VAHAMA

    (Vahim. C.) Tehlikeli, korkulu ve vahim olan şeyler.
  • VAHAMET

    Zor, güçlük. * Ağırlık. Tehlike. Muhatara. Neticesi fena. * Hazım güçlüğü, sindirim zorluğu. * Korkulacak hal, tehlikeli vaziyet.
  • VAHAT

    Çöl ortasında yeşillik ve suyu olan yerler. Vâhalar.
  • VAHAYFA

    Eyvah, yazık.
  • VAHDANÎ

    Allah'ın birliği ile alâkalı.
  • VAHDANİYET

    Birlik, infirad. Benzeri olmamak. Artmaktan, ayrılmaktan, eksilmekten beri ve münezzeh olmak gibi mânaları ifade eden Allah'ın bir sıfatıdır. Bu sıfatla muttasıf olana Vâhid denir ki; benzeri olmayan; tecezziden, tekessürden beri olan zât demektir.
  • VAHDEDDİN

    (Aslı: Vahîdüddin, fakat Türkçede Vahdeddin şeklinde telâffuz edilir.) (Bak: Vahîd) Osmanlı Padişahlarının sonuncusu ve otuzaltıncısının adıdır. (Mi: 1861-1926) Zeki, dirayetli ve dindardı. Osmanlılar ve İslâm âlemi için bir felâket işareti olan Sevr Muahedesini imzalamadı. Osmanlı ordusu olarak emrine bırakılan yegâne taburu Ayasofya Câmii etrafında sipere sokup câmiye çan takmak isteyenlere "Ateş edin" diye emir vermişti. İtimad ettiği paşaları Anadolu'ya gönderip Milli Kurtuluş hareketini hazırlamıştı. Böyleyken İtalya'da vefat etti ve sonra Şam'da Sultan Selim Câmii kabristanına defnedildi. (R. Aleyh)
  • VAHDET

    Birlik. Yalnızlık. Teklik. (Kesretin zıddıdır.) * Edb: İfade esnasında mevzuun haricine çıkılmaması, maksad ne ise yalnız ondan bahsedilmesi, sözün dallandırılıp budaklandırılmaması. * Tas: Allah'a yakınlık. Gönlünü, kalbini tamamen Allah ile meşgul etme hali.(Yüsr-ü vahdet; yâni birlik usulüyle bir merkezde, bir elden, bir kanunla olan işler; gayet derecede kolaylık veriyor. Müteaddit merkezlerde, müteaddit kanuna, müteaddit ellere dağılsa müşkilât peyda eder. M.)
  • VAHDET-ÂRÂM

    f. Dinlendirici, rahat yer.
  • VAHDET-GÂH

    f. Yalnız kalınacak yer.
  • VAHDET-GÜZİN

    f. Yalnızlığa çekilen.
  • VAHDET-NÜMÂ

    Vahdet gösteren, birlik ifade eden.
  • VAHDET-ÜL VÜCUD

    (Vahdet-üş şuhud) Her yerde ve herşeyde kalbini yalnız Allah ile meşgul etme hali ve yaşayışıdır. (Bu mesele hakiki olarak ancak veraset-i nübüvvet muhakkikleri olan müceddid ve asfiyaların tarifleriyle anlaşılabilir.)(Aziz kardeşim;Vahdet-ül vücuda dair bir parça izahat istiyorsunuz. Bu mes'eleye dair Otuz Birinci Mektubun bir Lem'asında, Hazret-i Muhyiddin'in bu mes'eledeki fikrine karşı gayet kuvvetli ve izahlı bir cevab vardır. Şimdilik bu kadar deriz ki:Bu mes'ele-i vahdet-ül vücudu şimdiki insanlara telkin etmek, ciddi zarar verir. Nasıl ki teşbihat ve temsiller, havassın elinden avamın eline ve ilmin elinden cehlin eline girse, hakikat telâkki edilir. (Hâşiye) Öyle de: Vahdet-ül vücud mes'elesi gibi hakaik-ı ulviye, ehl-i gaflet ve esbab içine dalan avamlara girse, tabiat telâkki edilir ve üç mühim zarar verir:Birincisi: Vahdet-ül vücudun meşrebi, Cenab-ı Hak hesabına kâinatı âdeta inkâr etmek iken; avama girdikçe, gafil avamlara, hususan maddiyyun fikirleriyle âlude olan fikirlere girdikçe, kâinat ve maddiyat hesabına uluhiyeti inkâr yoluna gider.İkincisi: Vahdet-ül vücud meşrebi, mâsivâ-yı İlâhînin rububiyetini o derece şiddetle reddeder ki, mâsivâyı inkâr ve ikiliği ref'ediyor. Değil nüfus-u emmarenin, belki herbir şeyin müstakil vücudunu görmemek iken, bu zamanda fikr-i tabiatın istilâsiyle ve gurur ve enaniyetin nefs-i emmareyi şişirmesiyle ve âhireti ve Hâlik'ı bir derece unutmak cihetiyle; bazı nüfus-u emmare küçük birer firavun, âdeta nefsini mabud ittihaz etmek istidadında bulunan insanlara vahdet-ül vücudu telkin etmek, nefs-i emmareyi el-iyazübillâh öyle şımartır ki, ele avuca sığmaz.Üçüncüsü: Tegayyür, tebeddül, tecezzi, tahayyüzden mukaddes, münezzeh, müberra, muallâ olan Zât-ı Zülcelâl'in vücub-u vücuduna ve tekaddüs ve tenezzühüne muvafık düşmeyen tasavvurata sebebiyet verir ve telkinat-ı bâtılaya medar olur. Evet vahdet-ül vücuddan bahseden; fikren serâdan Süreyya'ya çıkarak, kâinatı arkasında bırakıp nazarını Arş-ı Alâ'ya diken, istigrakî bir surette kâinatı ma'dum sayıp herşeyi doğrudan doğruya kuvvet-i iman ile Vâhid-i Ehad'den görebilir. Yoksa kâinatın arkasında durup kâinata bakan ve önünde esbabı gören ve ferşten nazar eden, elbette esbab içinde boğulup, tabiat bataklığına düşmek ihtimali var. Fikren Arş'a çıkan, Celâleddin-i Rumî gibi, diyebilir: "Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî fonoğraflar gibi Cenab-ı Hak'tan işitebilirsin." Yoksa, Celâleddin gibi bu derece yükseğe çıkamayan ve ferşten Arş'a kadar mevcudatı âyine şeklinde görmeyen adama, "Kulak ver, herkesten Kelâmullah'ı işitirsin." desen, mânen Arş'tan ferşe sukut eder gibi, hilaf-ı hakikat tasavvurat-ı bâtılaya giriftar olur! L.)(Haşiye): Nasıl ki iki melâike, teşbihin sırr-ı münasebetiyle Sevr ve Hut tesmiye edilen, avamca koca bir öküz ve koca bir balık telâkki edilmiştir.
  • VAHHABÎ

    (Bak: Vehhabî)
  • VAHİ

    Mânâsız, saçma. Ehemmiyetsiz. * Ahmak. Düşkün. Zaif.
  • VÂHİB

    (Vâhibe) Bağışlayan, veren, ihsan eden, hibe eden.
1 2 3 4 5 6
...
18
Sonraki»