C Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler

A B C Ç D E F G H I İ J K L M N O Ö P R S Ş T U Ü V Y Z

Osmanlıca Sözlükte Ara

  • CELÂ-YI VATAN

    Doğduğu yerden ayrılma.
  • CELAZE

    Sazların perdeleri.
  • CELB

    Kendi tarafına çekmek. Çekmek, götürmek.
  • CELB-İ KULÛB

    Kalbleri çekme, kalbleri kazanma.
  • CELB-İ SURET

    Uzakta olan bir şeyin sûretini resmini yanına getirmek.(... Hz. Süleyman (A.S.) taht-ı Belkıs'ı yanına celbetmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celb dedi: "Gözünü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim." olan hâdise-i hârikaya delalet eden şu âyet: $İlâahir işaret ediyor ki: Uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sûreten ihzar etmek mümkündür. Hem vakidir ki: Risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hz. Süleyman (A.S.) hem masumiyetine, hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktar-ı memleketine bizzat zahmetsiz muttali olmak için ve raiyyetinin ahvâlini görmek ve dertlerini işitmek, bir mu'cize suretinde Cenab-ı Hak ihsan etmiştir. Demek, Cenab-ı Hakk'a itimad edip, Süleyman'ın (A.S.) lisan-ı ismetiyle istediği gibi o da lisan-ı istidadıyla Cenab-ı Hak'dan istese ve kavanin-i adetine ve inayetine tevfik-i hareket etse, ona dünya bir şehir hükmüne geçebilir. Demek, taht-ı Belkıs Yemende iken, Şamda aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleriyle beraber sesleri de işitilmiştir. İşte, uzak mesafede celb-i surete ve savta haşmetli bir sûrette işaret ediyor ve mânen diyor: Ey ehl-i Saltanat! Adalet-i tâmme yapmak isterseniz Süleymanvâri, ruy-i zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünki; Bir hakim-i adalet-pişe, bir padişah-ı raiyetperver, aktar-ı memleketine her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes'uliyet-i mâneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir. Cenab-ı Hak, şu ayetin lisan-ı remziyle mânen diyor ki: Ey beni-adem! Bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tâmme yapmak için, ahvâl ve vukuat-ı zemine bizzat ıttıla veriyorum. Ve madem herbir insana, fıtraten zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette o kabiliyete göre ruy-i zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini, hikmetim iktiza ettiğinden vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de, nev'en yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velâyet misillû manen erişebilir. Öyle ise, şu azim nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi göreyim sizi, vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki: Ruy-i zemini, her tarafı, herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz. S.)
  • CELBİZ

    f. Kement, ilmik. * Gammâz, koğucu, ara bozucu.
  • CELBNAME

    f. Mahkemeye çağırma kağıdı, celb kağıdı.
  • CELBÛ

    f. Nâneye benzer bir ot, sebze.
  • CELBÛB

    f. Sarmaşık (bitkisi.)
  • CELCA'

    Boynuzsuz koyun.
  • CELCELE

    Çan sesi. * Gök gürültüsü. * Depretmek. * Gitmek.
  • CELCELUTİYE

    Peygamberimizin Resul-i Ekremin (A.S.M.) derslerine istinâden, aslı cifir ve ebced hesâbı ile alâkalı olarak Hz. Ali (R.A.) tarafından te'lif edilen Süryânice bir kasidedir. Esas mânası; bedi' demektir.
  • CELD

    Lügat mânası, deri üzerine vurmaktır. * Fık: Muhsen olmayan mükellef zâni veya zâniyenin muayyen uzuvlarına vech-i mahsus üzere değnek veya kamçı ile vurmaktır. Bu ceza, mücrimin cildi yani derisi üzerine tatbik edildiği cihetle "celde" adını almıştır.
  • CELDA

    Sür'at. Çabukluk. * şecaat.
  • CELDE

    Fık: Suç işleyen birisine kamçı veya değnekle bir vuruş.
  • CELE

    Başın ön tarafının saçı dökülmek.
  • CELEB

    f. Fahişe. Orospu. * Çan.
  • CELEB

    Kesilecek hayvanları ve bilhassa koyun sürüsünü celbederek kasaplara satan tacir. * Tar: İstanbul sarayında ilk işe başlamış olan acemi.
  • CELECE

    (C.: Cülec) Kafa, baş.
  • CELED

    Sütü ve yavrusu olmayan büyük deve. * Muhkem yer. * Samanla doldurulup anası önüne koyulan buzağı derisi.
  • CELEF

    Yerden balçık küremek ve gidermek.
  • CELEM

    Koyun kırkmakta kullanılan büyük makasın herbir yüzü.
  • CELENFEA

    Şişman karınlı büyük deve.
  • CELENZA

    Arkası üstüne yatıp ayaklarını kaldıran kişi.
  • CELESAT

    (Celse. C.) Meclisler, celseler.
  • CELEVAT

    (Cilve. C.) Cilveler. Hüsn-ü zuhûrlar.
  • CELEVLA'

    Mekân ismi.
  • CELH

    Doldurmak, dolu olmak.
  • CELHE

    (C.: Cülâhet) Gidermek. Yerinden ayırmak. * Nâhiye.
  • CELİ

    Parlak, açık, âşikâr, meydanda. * Kur'an harfleri ile yazılan bir çeşit yazı.
  • CELİB

    Satmak için bir yerden toplanılan şeyler. * Esir, köle, cariye. Satılık esir.
  • CELİD

    Fazla celâdetli, bahadır. * Rutûbetli, kırağı, çiğ. * Buz.
  • CELİL

    Celâlet ve celâdet sâhibi. Azîm, mertebesi yüksek.
  • CELİL-ÜŞ-ŞÂN

    şan ve şerefi pek büyük.
  • CELİS

    Ekseri bir yerde oturan. Arkadaş. Birlikte oturan.
  • CELİS

    Galiz, kaba nesne. Büyük ve sağlam olan şey.
  • CELİYYAT

    (Celi. C.) Aşikâr, açık, aleni, meydandaki şeyler.
  • CELL

    (C.: Cülûl) Yerden birşey toplamak. * Gemi yelkeni.* Yaşlı olmak. * Kadr ve mertebesi büyük olmak. * Celil, büyük, ulu.
  • CELLAD

    İdama mahkûm olanları idam etmeğe vazifeli olan adam. * Mc: Merhametsiz.
  • CELLALE

    Necaset yiyen sığır.
  • CELLE

    Celil oldu, celil olsun meâlinde ve Celle Celâluhu diye, Allah İsm-i Celali işitildiği veya anıldığı anda, tâzim makamında söylenir.
  • CELLE

    Deve ve koyun tersi. * Az olarak insan pisliğinden kinâye olur.
  • CELM

    Kesmek, kat'etmek. * Ululuk, büyüklük.
  • CELMED

    Kaya. Taş.
  • CELSE

    Bir meclis veya mahkeme hey'etinin toplanmalarından tâtile kadar olan müzakere müddeti. * Bir def'a akd-i meclis etmek. Oturuş, bir def'a oturmak. * Fık: İki secde arasında bir def'a $ diyecek kadar oturmak.
  • CELSE-İ ALENİYYE

    Açık oturum.
  • CELU

    f. Şakacı, lâtifeci kimse. * Kebap şişi.
  • CELVET

    Yerini, yurdunu terketme. * Tas: Abdin fenâfillah olup halvetten ayrılması.
  • CELVETİYE

    Eskiden mevcud bir tarikat ismi.
  • CELZ

    Seyretmek.