Şu kimseye derler ki, bir kişi ona "oğlumdur" demiş olsun.
DA'K
Ovmak. * Bir şeyi yumuşatmak.
DAK'A
Toprak.
DAKA'
Varmak. Ulaşmak. * Buluşmak.
DAKA'
Fakirlik.
DAKAİK
(Dakayık) (Dakik. C.) İncelikler. Anlaşılması çok dikkat isteyen incelikler. Çok ince. Anlaşılması dikkat isteyen keyfiyetler.
DAKAİK-AŞİNA
f. İlmî incelikleri bilen, anlaşılması ve tefhimi müşkül, yüksek ve ince ilmî mes'elelere vâkıf olan.
DAKAİK-I FENNİYE
f. İlmî incelikler. Fennin ince ve güç anlaşılan noktaları.
DAKAİK-İ UMUR
f. Üzerinde gayet dikkatle durulması lâzım gelen işlerin ince ve mühim noktaları.
DAKAL
Hurmanın iyi olmayan cinsi. * Gemi oku. * Boya.
DAKDAK
(C.: Dakâdık) Kısa boylu ve katı yürüyen kişi.
DAKDAKA
Davarın tırnağının taşa dokunup ses çıkarması.
DAKDAKE
Tez tez yürümek, hızlı yürümek.
DA'KE
Deve sürüsü.
DA'KESE
Mecusiler oyunundan bir oyun. ("destibend" de derler.)
DAKİK
(Ekseri mânevi mânalar için) Pek ince. Nâzik. Ufak.
DAKİKA
(C.: Dakaik) Zaman mikyası olarak bir saatin bölündüğü altmış parçadan beheri. Altmış saniyelik zaman. * İnce fikir, mülâhaza, nükte. * Daire dereceleriyle başka ölçülerde her derecenin bölündüğü parçalar ki bunlar da saniyelere ayrılırlar.
DAKİKA-BİN
f. İncelikleri bilen, ince noktaları gören.
DAKİKA-ŞİNAS
İnce işleri ve nükteleri anlayan, bir işin incelikleriyle uğraşabilen.
DAKİS
Bir kimsenin aksırdığında ağzından saçılan tükrük.
DAKK
Vurmak. * Çekmek. Çok yemekten dolayı vücudun ağırlaşması. * Kapı çalma.
DAKK-ÜL BÂB
Kapı çalmak.
DAKM
Kırmak, kesr.
DAKR
Vurmak, darb.
DAKVA(N)
Sütü çok içtiğinden dolayı bedeni ağırlaşan kuzu.
DAL
Yaban sediri denen bir ot.
DAL
Semiz avrat. Şişman kadın.
DAL
Ağacın ilk verdiği kol. * Kur'ân hattiyle yazılan () harfinin okunuşu (Ebcedi değeri dörttür.) Noktasız olduğundan "dâl-i mühmele" de denir.
Sapıklık. * Sapmak. Doğrudan, imân ve İslâmiyyet yolundan sapmak.
DALALET
İman ve İslâmiyetten ayrılmak. Azmak. Hak ve hakikatten, İslâmiyet yolundan sapmak. Allah'a isyankâr olmak. * Şaşkınlık.(... Nevâfil kısmında, emr-i istihbabî ile yine ehl-i iman mükelleftir. Fakat, terkinde azab ve ikab yoktur. Fiilinde ve ittibaında azîm sevaplar var; ve tağyir ve tebdili, bid'a ve dalâlettir ve büyük hatadır...... Sünnete ittiba etmiyen, tenbellik eder ise, hasaret-i azîme; ehemmiyetsiz görür ise, cinayet-i azîme; tekzibini işmam eden tenkid ise, dalâlet-i azîmedir. L.)
DALALETPİŞE
Sapıklığı tâkibeden. Sapıklığa giden. İslâmiyetten başka yol tâkib eden.
DALDAL(E)
Taşlı sert yer.
DALGAKIRAN
t. Bir limandaki tekneleri dalgaların te'sirinden muhafaza etmek için denizde yapılan set.
DALGIÇ
t. Mercan, inci ve saire avlamak veya denizin dibine düşmüş olan şeyleri çıkarmak için denizin dibine dalmaya alışık adam.
DALI'
Kavi, kuvvetli. * Muhkem, sağlam, sert. * Eğri.
DALİF
(C.: Düllef) Nişandan öteye düşen ok. * Ağır yük getirip adımlarını birbirine yakın atan adam.
DALİL
Sert, sağlam, muhkem yer. * Yolu azmış kişi.
DALİYE
(C.: Devâli) Hayvanla döndürülüp su çekilen dolap. (Suyun döndürdüğü dolaba "nâurâ" derler.)
DALKAVUK
t. Eline maddî menfaatler, para vesaire geçirmek için yaltakçılık ve soytarılık edip kendi vakar ve haysiyetini muhafaza etmeyen adam.
DALL
Delil olan, delâlet eden. Yol gösterici. * Bildiren.
DALL
Azan. Azıcı, azdırıcı. Dalalette olan.
DALLE
Evini bilmeyip başka yere giden davar.
DÂLL-İ Bİ-L FEHVÂ
(Dâllibilfehvâ) Fık: Söylenen sözün veya ifâdelerin hülâsasından çıkan mânaya göre delil ve işaret olmak.
DÂLL-İ Bİ-L İBARE
(Dâllibilibâre) Fık: Bir ifade veya sözden muayyen bir mânanın ve hükmün anlaşılması. Meselâ: "Zekât, müslümanların fakirlerine verilir, hiçbir zengine verilmez" ibaresi zekâtın yalnız müslüman fakirlere verileceğine delâlet-i mutabıkıyye ile delâletidir. Zengin olan belli şahıslara da verilemeyeceğine delâlet-i tazammuniye ile delâlet eder. Zekât hususunda, zenginler ile fakirler arasında fark bulunduğuna da delâlet-i iltizamiye ile delâlet eder. (Ist. Fık. K.)
DÂLL-İ Bİ-L İKTİZA
(Dâllibiliktiza) İktizası ile delâlet eden. * Ist: Şer'an muhtacun ileyh olan bir lâzime delâlet eden lâfızdır. Başka bir tâbir ile; vaz'olunduğu mânadan mukaddem isbatına şer'an lüzum ve ihtiyaç mevcud olan bir medlule delâlet eden ibaredir. Meselâ: Bir kimse bir şahsa hitaben: "Evini şu kadar liraya benim nâmıma medrese yap" deyip o şahıs da evini medrese yapsa, o ev o kadar lira mukabilinde o kimse nâmına medrese yapılmış olur. Çünkü bu söz ile: "Evini şu kadar liraya bana sat" sonra "onu benim nâmıma medrese yap" denilmiş olur. "Evini medrese yap" emri bir muktezîdir. Evin satılması da muktezâdır. Bu muktezâ olmadıkça öyle bir mânanın emri hükümsüz kalır. Artık öyle bir emrin sıhhatı için evvelce bu muktezânın vücuduna lüzum ve ihtiyaç vardır. Binâenaleyh, o emir bu muktezaya bi-l iktiza delâlet etmektedir.