Yardım. Yardıma yetişmek. "Yetişin, kurtarın" mânasında da kullanılır. * Yardıma gönderilen kuvvet. * Vâdeyi uzatmak. Mühlet vermek.
İMDADİYE
Savaş zamanlarında harp masrafını karşılamak, sulh vaktinde de bütçe açığını kapatmak için halktan alınan örfi vergi. Harp için alınana "imdadiye-i seferiye", açığı kapatmak gayesiyle alınana da "imdadiye-i hazariye" denilirdi.
İMECE
Köyün umumi işlerinde veya köylünün kendi işlerinde köy halkının müştereken çalışması. Beraberce birçok kimsenin toplanıp elbirliğiyle bir kişinin işini halletmesi ve herkesin işinin sıra ile bitirilmesi.
İMHA
Keskinletme, bileme.
İMHA
Bozmak, yok etmek, mahvetmek. Yıkmak. Zâil etmek.
İMHAK
Kararma. * Bereketsiz.
İMHAL
Mühlet verme. Sonraya kalmasına müsaade etme.
İMHAR
Hâtun için mehr tayin etmek. Evleneceği kız veya kadın için mehr tayin etmek.
İMHAZ
Doğrulukla yapma.
İMKÂN
Mümkün olmak. Olacak hâlde bulunmak. (Bak: Hudus)
İMKÂNAT
Varlığı da yokluğu da mümkün olanlar. Ademle vücudu müsavi olanlar. Var olmasında başkasına muhtaç bulunan şeyler.
İMKÂN-I ÂDÎ
Zâtında dâima mümkün olan. Her zaman olabilen. Olmasında bir mânia bulunmayan.
İMKÂN-I AKLÎ
Man: Aklen mümkün bilinen. * Aklen mümkün olma.
İMKÂN-I ÖRFÎ
Emsaline pek az rastlanan hârika bir âdet veya keramet gibi.
İMKÂN-I VEHMÎ
Vehimle bir şeyi mümkün görmek, zannetmek.
İMKÂN-I ZÂTÎ
Vukuu mümkün olan iş. Bir şeyin, aslında mümkün olması.
İMKÂN-I ZİHNÎ
Bir şeyin mümkün olabileceğini zihinle düşünmek.(Vesveseli adam imkân-ı zâtî ile imkân-ı zihnîyi birbiriyle iltibas eder. Yani, bir şeyi zâtında mümkün görse, o şeyi zihnen dahi mümkün ve aklen meşkuk tevehhüm eder. Halbuki, İlm-i Kelâm'ın kaidelerindendir ki; imkân-ı zâtî ise, yakîn-i ilmîye münâfi değil ve zaruret-i zihniyyeye zıddiyyeti yoktur. Meselâ: Şu dakikada Karadeniz'in yere batması zâtında mümkündür ve o imkân-ı zâtî ile muhtemeldir. Halbuki yakînen o denizin yerinde olduğunu hükmediyoruz. Şüphesiz biliyoruz ve o ihtimâl-i imkânî ve o imkân-ı zâtî bize şek vermez, bir şüphe getirmez, yakînimizi bozmaz. Meselâ: Şu güneş zatında mümkündür ki, bugün gurub etmesin veya yarın tulu' etmesin. Halbuki bu imkân, yakînimize zarar vermez, şüphe getirmez. İşte bunun gibi, meselâ: Hakaik-ı imâniyeden olan hayat-ı dünyeviyenin gurubuna ve hayat-ı uhreviyyenin tuluuna, imkân-ı zâtî cihetinde gelen vehimler, yakîn-i imanîye zarar vermez. Hem "lâ ibrete li-l-ihtimali-l-gayri-n-nâşi an delilin" yani: "Bir delilden neş'et etmeyen bir ihtimalin hiç ehemmiyeti yoktur" olan kaide-i meşhure, hem usul-üd din, hem usul-ü fıkhın kaide-i mukarreresindendir. S.)
İMLA
Doldurma, doldurulma. * Yazı yazma. (Dikte) * Bir dildeki kelime ve sözleri doğru yazma bilgisi. * Müddeti mühlet vererek uzatma.
İMLAK
Mülk sahibi olmak. * Bey etmek. * Evlendirmek.
İMLAK
Çok fakir düşmek.
İMLAL
(Melâl. den) Usandırma veya usandırılma.
İMLAS
Karanlık. * Karışma. * Koyunun tüyü dökülme.
İMLİSE
Çöl, sahra.
İMLİSÎ
Hırsız, sârık.
İMMA
(Terdid edatıdır) "Ya, veya" diye tercüme edilir.. Şek, şüphe, ibahe, bağışlamak, hayret vermek mânâlarını da ifade eder.
İMMİSAR
(İmtisar ile aynı mânâdadır) Süt sağmak. * Bir şeyi incelemek. * Az olmak. * Dağılmak. * Hâil, perde.
İMPARATOR
Lât. Büyük kral. Birkaç devlete hükmünü geçiren büyük hükümdar. Tahta çıkan kadın olursa ona imparatoriçe denir.
İMRAC
Ahde vefa etmeme, sözden cayma. * Hayvanı çayıra salıverme.
İMRAN
Hz. Meryemin babası. (Bak: Âl-i İmran)
İMRAR
Geçirmek. Mürur ettirmek. * İpi sağlam bükmek. * Acıtmak. Acı olmak.
İMRAR-I EVKAT
Vakitleri geçirmek.
İMRAZ
İllet sahibi olmak. Hasta etmek. Bir kimseyi hasta bulmak.
İMREE(T)
Kadın. Hâtun. Avrat.
İMRUZ
f. Bugün.
İMSA
Akşama kalma. * Bozma.
İMSAK
Kendini tutmak. Bir şeyden el çekme. * Oruca başlama zamanı. * Hapsetmek. * Şer'an müftirat denen şeylerden (orucu bozan şeylerden) nefsi hakikaten veya hükmen men' etmek. * Yemez içmez adamın hâli. Cimrilik, hasislik, pintilik.
İMSAKİYE
Ramazanda imsak vakitlerini gösteren cetvel.
İMSAL
Boşuboşuna sarfetme, lüzumsuz yere harcama. Har vurup harman savurma.