Baldır etli olduğundan dolayı topuğun görünmeyip belirsiz olması ve sâir kemiklerin etlilikten belirmeyip örtülmesi. * Ağızdan dişlerin dökülüp yerini et bürüyüp belirsiz olması. * Davarın yavaş yürüyüp adımlarını birbirine yakın atması.
DEREM
f. Akçe, para.
DEREMAN
Kişinin adımlarının birbirine yakın olması. (O kimseye "dârim" derler).
DEREM-GÜZİN
f. Sarraf.
DEREM-SERA
f. Para basılan yer.
DEREN
Kir, vesah.
DERENDE
f. Yırtan, yırtıcı.
DERER
Kasdetmek.
DERES
Nişanın belirsiz olması. * Kaftanın eskimesi. * Evin köhne olması.
DERGÂH
(Der-geh) f. Cenab-ı Hakk'a ibadet edilen yer. * Büyük bir huzura girilecek kapı. Kapı. Padişahların kapısı. * Şeyhlerin tekkesi.
DERGÂH-I ÂLÎ
Padişah kapısı. Yüksek dergâh.
DERGÂH-I MUALLÂ
Büyük kapı. * Mc: Saray.
DERGİŞ
f. İzdiham, çok kalabalık. * Bir zerdali cinsi.
DERH
Men etmek, engel olmak.
DERHAL
f. şimdi, hemen, bu anda, vakit kaybetmeden.
DER-HAST
f. Arzu, taleb, istek, dilek. * Dilekçe, istida.
DER-HATIR
Hatırda.
DERHEM
f. Karışık, karmakarışık. * Muztarib, sıkıntılı, ıztırab çeken. * İncinme.
DERHİŞTE
f. Cömertlik, sehavet.
DERHOR
f. Lâyık, münasib, uygun, yakışır, derhuş, sezâ, şâyeste. (Derhurd da denir.)
DERHUŞ
f. Derhor, lâyık, münasip, muvafık, uygun, yakışır, şayeste.
DERİ
f. Farsçanın sahihi, fasih olanı. (Kapı demek olan "der" ismi Farsça olduğu halde Arapça sayılarak müennesi "deriyye" yapılmıştır.) * Havası hoş ve lâtif. Yeşilliği bol olan dağ eteği.
DERİÇE
f. Küçük kapı, oyma kapı. Pencere.
DERİDE
f. Yırtık, yırtılmış.
DERİR
Yürügen davar.
DERİS
(C.: Dirsân) Eski kaftan, eski elbise.
DERİYYE
Avcıların gizlenip av gözledikleri yer.
DERK
En aşağı kat, her şeyin dibi. Aşağı inen basamak. * Anlamak.
DERKAA
Kaçmak, firar.
DER-KÂR
f. Mâlum, âşikâre olan. * İçinde olan. İçte bulunan.
DER-KEMİN
f. Pusu bekleyen, pusuda olan.
DER-KENAR
Kenarda bulunan, hâşiye. Bir sahifenin kenarına çıkarılan yazı.
DERKETMEK
Bir şeyin en esasını, dibini öğrenmek, iyice anlamak.
DERK-İ DEKAİK
İnce ve dakik şeyleri iyice kavrama, anlama.
DERMA'
Topuğu belli olmayan, şişman kadın. * Tavşan. * Kırmızı yapraklı bir acı ot.
DERMAN
f. İlâç, tiryak. * Çare-i necat, kurtuluş sebebi. * Tâkat, güç, kuvvet.
DERMANDE
(c.: Dermândegân) f. Âciz, beceriksiz, biçare, zavallı.
DERMEK
Çok beyaz olan un. * Beyaz ekmek.
DERMEYAN
(Der-miyân) f. Ortada olan şey, arada.
DERMEYAN ETMEK
Anlatmak, söylemek, iddia ve defi'de bulunmak. Beyân. İleri sürmek.
DERNEK
Eğlence için yapılan toplanma. * Düğün. * Cemiyetler kanununa göre kurulmuş cemiyet.
DER-NİYAM
f. Kınına sokulmuş, kınında, kılıfta.
DERPEY
f. Hemen, ardı sıra.
DERPİŞ
f. Önde olan, göz önünde bulunan.
DERR
İyi iş. İyilik. Mahz-ı hayır. * Zat, kimse. Hod. Nefs. Bir kimsenin zâtı. * Yüzün tazeliğinin, teravetinin hastalıktan dolayı gitmesinden sonra, iyi olup düzelmesi.
DERRACE
Eskiden kullanılan bir çeşit harb âletidir ki, üstü sığır derisi ile örtülü olup, tekerlekleri içinde dönerdi. * Bisiklet.
DERRAK
(Derk. den) Çok dikkatli olan, çabuk anlayan, anlayışlı, müdrik.
DERRAR
Yün eğerdikleri iğ.
DERS
Tenbih, tâlimat, vazife. Bir şeyi öğrenmek için muallim veya o işi iyi bilen birisinden azar azar alınan vazife. * Akıl.