E Harfi İle Başlayan Osmanlıca Kelimeler

A B C Ç D E F G H I İ J K L M N O Ö P R S Ş T U Ü V Y Z

Osmanlıca Sözlükte Ara

  • EMSEN

    Bevlin akması.
  • EMSİLE

    (Misâl. C.) Misaller. Örnekler. * Arapçada fiil tasrifini gösteren kitap.
  • EMSİYE

    (Mesâ. C.) Akşamlar, akşam vakitleri. Günün son zamanları.
  • EMŞAC

    (Meşc. C.) Nutfenin vasfı. Karışık. Dağınık.
  • EMŞAK

    Yürürken uylukların birbirine sürtmesi
  • EMT

    Yüksek yer. Küçücük tepecikler. * Doldurma.
  • EMTAR

    (Matar. C.) Yağmurlar.
  • EMTEN

    Pek metin, çok dayanıklı, en sağlam, fazlaca muhkem.
  • EMTİA

    (Meta'. C.) Ticaret malları.
  • EMTİA-İ ECNEBİYE

    Yabancı memleket malları.
  • EMTİA-İ TİCARİYYE

    Tüccar malları.
  • EMUMİYYE

    Analık.
  • EMUN

    Kuvvetli, dayanıklı deve.
  • EMVÂC

    (Mevc. C..) Dalgalar.
  • EMVÂC-ÜL BİHÂR

    Denizlerin dalgaları.
  • EMVAH

    (Ma'. C.) Sular.
  • EMVAL

    (Mal. C.) Mallar.
  • EMVAL-İ BÂTINA

    Nakit paralarla, evlerde, mağazalarda bulunan ticaret malları.
  • EMVAL-İ GAYR-İ MENKULE

    Bir yerden başka yere taşınamıyan, sabit olan mallar. (Dükkan, ev, tarla...gibi.)
  • EMVAL-İ MENKULE

    Bir yerden başka yere taşınabilir, götürülebilir eşya ve mallar. (Masa, karyola, perde, çakı... gibi.)
  • EMVAL-İ METRUKE

    Sahipleri olmayan, sahipleri kaybolmuş, sahipsiz mallar. Terkedilmiş mallar.
  • EMVAL-İ ZÂHİRE

    Sâime denilen hayvanlar ile bir kısım arazi mahsulâtı ve madenleri ile yer altındaki hazineler ve gümrüklere uğrayan ticaret mallarıyla, nakitler.
  • EMVAT

    (Meyyit. C.) Meyyitler. Ölüler.
  • EMYA(N)

    f. Para kesesi, içine para konulan torba, çanta.
  • EMYAL

    (Mil. C.) Miller. (Bak: Mil)
  • EMYAL-İ BAHRİYYE

    Deniz milleri. 6080 kadem, yani 1852 metreden ibaret olan deniz mesafesi.
  • EMYUS

    Anason dedikleri ot. * Kendisinden tuz meydana getirilen taş ki, Türkçe ona "tuz taşı" derler.
  • EMZA

    Çok te'sirli olan, çok müessir. * Hükmü çok geçen. * Kat'i, şüphesiz.
  • EMZAH

    Yürürken uylukları birbirine sürüyüş.
  • EMZER

    Karnı büyük olan, şişman.
  • EMZER

    Katı gönüllü, katı kalbli kimse.
  • EMZİCE

    (Mezc. den) Mizaclar, tabiatlar, huylar, meşrebler.
  • ENA

    Ermek, idrak. * Saat.
  • ENA'

    Eğlenmek.
  • ENABİB

    (Ünbube. C.) Kamış gibi boğum, boğum olan şeyler. İçi boş olan fen âletleri, borular.
  • ENABİK

    (İnbik. C.) İnbikler.
  • ENACİL

    (İncil. C.) İnciller.
  • ENADİD

    Perişan, saçılmış, dağılmış, pejmürde şeyler. Perakende.
  • ENAET

    Acele etmeyip teenni üzere olmak. Yavaş hareket.
  • ENAFİS

    (Enfes. C.) En nefis olan şeyler.
  • ENAHİD

    f. Venüs gezegeni. Zühre seyyaresi.
  • ENAK

    Ferahlı, sürurlu, neş'eli, sevinçli.
  • ENAM

    Halk. Bütün mahlukat.
  • EN'AM

    Deve, sığır, koyun gibi hayvanlar. * Kur'ân-ı Kerimin altıncı Suresinin adı ve bir kısım Kur'ân âyetlerinden ve Surelerinden müteşekkil dua kitabı.
  • ENAMİL

    (Enmele. den) Parmak uçları.
  • EN'AMTE

    Sen nimet verdin, in'âm ettin (meâlinde).
  • ENANİYET

    (Enâniyyet) Benlik. Kendine güvenmek, gurur. Hodbinlik. Sadece kendine taraftarlık. Her yaptığı işi kendinden bilmek.(Gök, zemin, dağ, tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddit vücuhundan bir ferdi, bir vechi, "Ene" dir. Evet "Ene" , zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nurani bir şecere-i tuba ile, müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir. Şu azîm hakikata girişmeden evvel, o hakikatın fehmini teshil edecek bir mukaddime beyan ederiz. Şöyle ki:Ene, künuz-u mahfiye olan esmâ-i İlâhiyyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı olarak bir muamma-yı müşkilküşadır, bir tılsım-ı hayretfezadır. O ene, mahiyetinin bilinmesiyle, o garib muamma, o acib tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun künuzunu dahi açar. Şu mes'eleye dair "Şemme" isminde bir risale-i Arabiyemde şöyle bahsetmişiz ki:Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenab-ı Hak, emanet cihetiyle, insana ene namında öyle bir miftah vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki; Hallâk-ı Kâinat'ın künuz-u mahfiyesini onun ile keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlak bir muamma ve açılması müşkil bir tılsımdır. Eğer onun hakiki mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse; kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır. Şöyle ki:Sâni-i Hakîm, insanın eline emanet olarak Rububiyyetinin sıfât ve şuunatının hakikatlarını gösterecek işaret ve nümuneleri câmi' bir ene vermiştir. Tâ ki; o ene, bir vâhid-i kıyâsi olup, evsaf-ı rububiyyet ve şuunat-ı Uluhiyyet bilinsin. Fakat vâhid-i kıyâsi, bir mevcud-u hakiki olmak lâzım değil. Belki, hendesedeki farazi hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vâhid-i kıyasî teşkil edilebilir. İlim ve tahakkukla hakiki vücudu lâzım değildir.Sual : Niçin Cenab-ı Hakk'ın sıfât ve esmâsının mârifeti, enaniyete bağlıdır?Elcevab: Çünki mutlak ve muhit bir şey'in hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ: Zulmetsiz daimî bir ziya, bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakiki veya vehmî bir karanlık ile bir hat çekilse, o vakit bilinir. İşte Cenab-ı Hakk'ın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahim gibi sıfât ve esmâsı; muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise, hakiki nihayet ve hadleri olmadığından farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder; bir had çizer. Onun ile muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz'eder. "Buraya kadar benim, ondan sonra O'nundur" diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücükler ile, onların mahiyetini yavaş yavaş anlar. Meselâ: Daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlikının rububiyyetini anlar ve zâhirî mâlikiyyetiyle, Hâlıkının hakiki mâlikiyyetini fehmeder ve "Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın malikidir." der ve cüz'i ilmiyle O'nun ilmini fehmeder ve kesbî san'atçığıyla O Sâni-i Zülcelâl'in ibdâ-i san'atını anlar. Meselâ: "Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş" der. Ve hâkezâ... Bütün sıfât ve şuunat-ı İlâhiyyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyat, enede münderiçtir. Demek ene, âyine-misâl ve vâhid-i kıyasî ve alet-i inkişaf ve mâna-yı harfî gibi; mânası kendinde olmayan ve başkasının mânasını gösteren, vücud-u insâniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mâhiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyyetin kitabından bir eliftir ki, o elifin "İki yüzü" var. Biri, hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder: Kendi icad edemez. O yüzde fâil değil; İcattan eli kısadır. Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir. Hem, onun mahiyeti, harfiyedir; başkasının mânasını gösterir. Rububiyeti hayâliyedir. Vücudu o kadar zaif ve incedir ki; bizzat kendinde hiçbir şey'e tahammül edemez ve yüklenemez. Belki, eşyanın derecat ve miktarlarını bildiren mizân-ül-hararet ve mizân-ül-hava gibi mizanlar nev'inden bir mizandır ki, Vâcib-ül Vücud'un mutlak ve muhit ve hudutsuz sıfâtını bildiren bir mizandır.İşte, mahiyetini şu tarzda bilen ve iz'an eden ve ona göre hareket eden $ beşaretinde dâhil olur. Emaneti bihakkın edâ eder ve o ene'nin dürbüniyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür ve âfâki malûmat nefse geldiği vakit, ene'de bir musaddık görür. O ulum, nur ve hikmet olarak kalır. Zulmet ve abesiyete inkılâb etmez. Vaktâki ene, vazifesini şu suretle ifa etti; vâhid-i kıyâsi olan mevhum rububiyetini ve farazi mâlikiyetini terkeder. Hakiki ubudiyetini takınır. Makam-ı "ahsen-i takvim"e çıkar.Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup, vazife-i fıtriyesini terkederek kendine mâna-yı ismiyle baksa kendini mâlik itikad etse; o vakit emanete hiyânet eder. $ altında dâhil olur. İşte bütün şirkleri ve şerleri ve dalâletleri tevlid eden enaniyetin şu cihetindendir ki, semâvat ve arz ve cibal, tedehhüş etmişler; farazi bir şirkten korkmuşlar. Evet ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşvünema bulur; gittikçe kalınlaşır. Vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel'eder. Bütün o insan, bütün letâifiyle âdeta ene olur. Sonra nev'in enaniyeti de bir asabiyet-i nev'iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev'iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâl'in evamirine karşı mübareze eder. Sonra kıyas-ı binnefs suretiyle herkesi, hattâ herşeyi kendine kıyas edip, Cenab-ı Hakk'ın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder. Gayet azîm bir şirke düşer...Evet, nasıl mirî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hâzır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir. Öyle de: "Kendime mâlikim" diyen adam, "Herşey kendine mâliktir" demeye ve itikad etmiye mecburdur.İşte, ene, şu hâinâne vaziyetinde iken; cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir. Çünki duyguları, efkârları; kâinatın envâr-ı mârifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için, sönerler. Gelen herşey, nefsindeki renkler ile boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse; nefsinde, abesiyet-i mutlaka suretini alır. Çünki şu haldeki ene'nin rengi, şirk ve ta'tildir, Allah'ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa; o ene'deki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür; göstermez. S.)
  • ENAR

    f. Nar meyvesi.
  • ENASE

    Demirin yumuşak olması.
  • ENASİ

    (Enâsiye) (İnsan. C.) İnsanlar. * Basar, göz.