f. Hükümdar, âmir, efendi, sahib. * Osmanlı padişahlarından 1. Murad Han Gazi'nin (1362 - 1389) lâkabıdır ve bu sebeple, şehzadeliğinde valilik yaptığı Bursa vilâyetine de Cumhuriyete kadar bu nam verilmişti.
HUDAVER
Sahip, mâlik. * Bey, hâkim, efendi.
HUDAY
f. Allah, Rabb.
HUDAYGÂN
f. Büyük hükümdar, yüce sultan, ulu pâdişah.
HUDAYÎ
f. Hudâlık, uluhiyyet. Allah'lık. * Allah'a mensub.
HUDAYİNABİT
Ekilmeden biten ot veya ağaç. * Hiç bir talim ve terbiye görmemiş adam.
HUDDAM
Hizmette bulunanlar. Hizmetçiler. * Cin taifesinden olan hizmetçi.
HUDDE
Çukur.
HUDENA
(Hadîn. C.) Sâdık dostlar, vefakâr arkadaşlar.
HUDER
Kökü derin olan ot.
HUDEYBİYE
Mekke-i Mükerreme'den Medine-i Münevvere'ye giden yolun üzerinde ve Mekke'den bir merhale uzaklıkta küçük bir köy olup, yakınında bir kuyu ve bir ağaç vardır ki, bu ağacın altında Hz. Fahr-i Kâinat Efendimize (A.S.M.) beşinci hicri senede eshabı tarafından biat olunmuştur. Hicretten beş sene on ay geçtiğinde Hz. Peygamber, maiyetindeki Muhacirîn ve Ensar'dan 1400 kişi bulunduğu halde umre niyetiyle Kâbe-i Şerife'yi ziyaret maksadıyla gidip bu yere vardıklarında Kureyş'in harp için karşı çıktıklarını haber alması üzerine, harp niyetiyle gelmeyip ancak sıla-i rahm ve Beytullah'ı ziyaret niyetiyle geldiklerini beyan buyurmuşlarsa da, Kureyş o sene Hz. Peygamber'le müslümanların Mekke'ye girmelerine razı olmayıp ertesi sene kabul edecekleri şartıyla ve diğer bazı şartlarla muahede akd etmişlerdir. Bunun üzerine mezkur sahabeler Hudeybiye'nin yakınında bulunan ağacın altında Hz. Peygamber Efendimize biat ettikten sonra Medine-i Münevvere'ye dönmüşlerdir.( ifade ediyor ki: Sulh-u Hudeybiye, çendan zahiri İslâm aleyhinde görülmüş ve Kureyşliler bir derece galip görünmüş olduğu halde mânen Sulh-u Hudeybiye, manevî büyük bir fetih hükmünde olacak ve sair fütuhatın da anahtarı olacak diye ihbar ediyor. Filhakika, Sulh-u Hudeybiye ile çendan maddi kılınç, kılıfına muvakkaten konuldu. Fakat Kur'an-ı Hakîm'in bârika-âsa elmas kılıncı çıktı, kalbleri akılları fethetti. Musâlaha münasebetiyle birbiriyle ihtilât etiler. Mehâsin-i İslâmiyet, envâr-ı Kur'aniye, inad ve taassubat-ı kavmiye perdelerini yırtarak, hükmünü icra ettiler. Meselâ: Bir dâhiye-i harp olan Halid Bin Velid ve bir dâhiye-i siyaset olan Amr İbn-ül As gibi, mağlubiyeti kabul etmiyen zatlar, Sulh-u Hudeybiyye ile cilvesini gösteren seyf-i Kur'anî, onları mağlup edip, Medine-i Münevvere'ye kemal-i inkıyad ile İslâmiyete gerdendade-i teslim olduktan sonra, Hazret-i Halid bir "Seyfulah" şekline girdi ve fütuhat-ı İslâmiyenin bir kılıncı oldu.Mühim bir sual: Fahr-ül Âlemîn ve Habib-i Rabb-ül Âlemîn Hazret-i Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sahabelerinin, müşrikîne karşı Uhud'un nihayetinde ve Huneyn'in bidayetinde mağlubiyetinin hikmeti nedir?Elcevab: Müşrikler içinde o zamanda saff-ı sahabede bulunan ekâbir-i sahabeye istikbalde mukabil gelecek Hazret-i Halid gibi çok zatlar bulunduğundan şanlı ve şerefli olan istikballeri nokta-i nazarında bütün bütün izzetlerini kırmamak için, hikmet-i İlahiyye, hasenat-ı istikbaliyelerinin bir mükâfat-ı muaccelesi olarak mazide onlara vermiş, bütün bütün izzetlerini kırmamış. Demek mazideki sahabeler, müstakbeldeki sahabelere karşı mağlup olmuşlar. Tâ o müstakbel sahabeler, berk-i süyuf korkusuyla değil, belki bârika-i hakikat sevkiyle İslâmiyet'e girsin ve o şehamet-i fıtriyeleri çok zillet çekmesin. L.)
(Hadd. C.) Yanaklar. * Cemâatler. * Yeri kazmalar. Yeri yarık etmeler. * Çiçek yaprakları.
HUDUDNAME
f. Memleket sınırını belirleyen vesika. Harp veya diğer bir ihtilaf sonunda iki taraf murahhaslarınca yerinde tetkik edilerek tanzim olunan harita ve rapor. * Memleket dahilindeki bir çiftlik veya arazinin sınırlarını göstermek üzere yapılmış olan vesika.
HUDUD-U MEMALİK
Memleket hudutları. Ülkenin sınırları.
HUDUD-U ŞER'İYYE
Şer'i hadler. Muayyen suçlara karşılık tatbik edilen şer'i cezâlar.
HUDUMME
Kolları kalın olan. * Büyük emir.
HUDUR
Hazırlık.
HUDUR
Aşağı indirmek. * Bir yeri şişmek.
HUDUS
Yeniden meydana gelme. Sonradan peyda olma. Yok iken vücuda gelme.
HUDUS VE İMKÂN
Usul-üd din ve İlm-i kelâmın dâhi ulemâsının ve Hükemâ-i İslâmiyyenin gördükleri ve hadsiz bürhanlar ile isbat ettikleri hudus ve imkân hakikatları.(Onlar demişler ki: Mâdem âlemde ve her şeyde tegayyür ve tebeddül var, elbette fânidir, hâdistir, kadim olmaz. Mâdem hâdistir elbette onu ihdâs eden bir Sâni' var. Ve mâdem her şeyin zâtında vücudu ve ademi, bir sebep bulunmazsa müsâvidir. Elbette vâcib ve ezeli olamaz. Ve mâdem muhal ve bâtıl olan devir ve teselsül ile birbirini icâdetmek mümkün olmadığı kat'i bürhanlarla isbat edilmiş. Elbette öyle bir Vâcib-ül Vücudun mevcudiyeti lâzımdır ki, naziri mümteni, misli muhal ve bütün mâadâsı mümkin ve mâsivâsı mahluku olacak. Evet hudus hakikatı, kâinatı istilâ etmiş. Çoğunu göz görüyor. Diğer kısmını akıl görüyor. Çünkü; gözümüzün önünde her sene güz mevsiminde öyle bir âlem vefât eder ki, her birisinin hadsiz efradı bulunan ve her biri zihayat bir kâinat hükmünde olan yüzbin nevi nebatât ve küçücük hayvanat o âlem ile beraber vefât ederler. Fakat o kadar intizamla bir vefattır ki; haşir ve neşirlerine medar olan ve rahmet ve hikmetin mu'cizeleri, kudret ve ilmin harikaları bulunan çekirdekleri ve tohumları ve yumurtacıkları baharda yerlerinde bırakıp, defter-i a'mâllerini ve gördükleri vazifelerin programlarını onların ellerine vererek, Hafiz-i Zülcelâlin himayesi altında hikmetine emânet eder. Sonra vefat ederler. Ve bahar mevsiminde haşr-i a'zamın yüzbin misâli ve nümune ve delilleri hükmünde olarak o vefat eden ağaçlar ve kökler ve bir kısım hayvancıklar, aynen ihya ve diriliyorlar. Ve bir kısmının dahi kendi yerlerinde emsalleri ve aynen onlara benzeyenleri icad ve ihya olunuyor ve geçen baharın mevcudatı, işledikleri amellerin ve vazifelerin sahifelerini ilânat gibi neşredip âyetinin bir misalini gösteriyorlar. Hem hey'et-i mecmua cihetinde her güzde ve her baharda büyük bir âlem vefat eder ve tâze bir âlem vücuda gelir. Ve o vefat ve hudus o kadar muntazam cereyan ediyor ve o vefat ve hudusda gayet intizam ve mizanla o kadar nevilerin vefiyatları ve hudusları oluyor ki; güya dünya öyle bir misafirhânedir ki, zihayat kâinatlar ona misâfir olurlar ve seyyah âlemler ve seyyar dünyâlar ona gelirler, vazifelerini görürler, giderler. İşte bu dünyada böyle hayatdar dünyâları ve vazifedar kâinatları kemâl-i ilim ve hikmet ve mizanla ve müvâzene ve intizam ve nizamla ihdâs ve icad edip, Rabbanî maksadlarda ve İlâhî gayelerde ve Rahmanî hizmetlerde kadirâne istimal ve rahimane istihdam eden bir Zât-ı Zülcelâl'in vücub-u vücudu ve hadsiz kudreti ve nihayetsiz hikmeti bilbedahe, güneş gibi akıllara görünüyor. Ş.)(Gelelim imkân bahsine: Mütekellimîn demişler ki:İmkân mütesâviyy-üt-tarafeyn'dir. Yâni, adem ve vücud ikisi de müsâvi olsa, bir tahsis edici, bir tercih edici, bir mucid lâzımdır. Çünkü, mümkinat birbirini icâd edip teselsül edemez. Yâhut, o onu, o da onu icad edip devir suretinde dahi olamaz. Öyle ise, bir Vâcib-ül Vücud vardır ki, bunları icad ediyor. S.)(İmkân ciheti ise; o da kâinatı istilâ ve ihâta etmiş. Çünkü görüyoruz ki, herşey, külli ve cüz'i bulunsun, büyük ve küçük olsun, arştan ferşe, zerratdan seyyârâta kadar her mevcud, mahsus bir zat ve muayyen bir suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlı cihazlar ile dünyaya gönderiliyor. Halbuki, o mahsus zâta ve o mâhiyete, hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek, hem suretler adedince imkânlar ve ihtimâller içinde o nakışlı ve fârikalı ve münâsib o muayyen sureti giydirmek; hem hemcinsinden olan eşhâsın mikdarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda o lâyık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek; hem sıfatların nev'leri ve mertebeleri sayısınca imkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddid bulunan o masnua, o has ve muvafık maslahatlı sıfatları yerleştirmek, hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunması mümkün olması noktasından, hadsiz imkânat ve ihtimalât içinde mütehayyir, sergerdan, hedefsiz o mahluka, o hikmetli keyfiyetleri ve inâyetli cihazları takmak ve techiz etmek, elbette külli ve cüz'i bütün mümkinat adedince ve her mümkinin mezkur mâhiyet ve hüviyet, hey'et ve suret, sıfât ve vaziyetinin imkânatı adedince, tahsis edici, tercih edici, tâyin edici, ihdas edici bir Vacib-ül Vücud'un vücub-u vücuduna ve hadsiz kudretine ve nihâyetsiz hikmetine ve hiçbir şey ve hiçbir şe'n O'ndan gizlenmediğine ve hiçbir şey O'na ağır gelmediğine ve en büyük bir şey en küçük bir şey gibi O'na kolay geldiğine; ve bir baharı bir ağaç kadar ve bir ağacı bir çekirdek kadar sühuletle icad edebildiğine işaretler ve delâletler ve şehadetler, imkân hakikatinden çıkıp, kâinatın bu büyük şehadetinin bir kanadını teşkil ederler. Ş.)
HUDUŞ
Kaşımaktan ve tırmalamaktan dolayı olan yara.
HUFAL
Çok.
HUFALE
Arpa, buğday ve pirinç kabuğundan saçılan. * Her kabuklunun arınıp pâk olanı. * Her nesnenin kemi ve yaramazı. * Yağ tortusu. * Şıra sıkıntısı ve kepeği.
HUFARE
Ahd. * Ücret. * Hayâ şiddeti.
HUFAS
Isırdığı yer acımayıp zarar vermeyen yılan.
HUFDUD
Bir kuş ismi.
HUFF
Abdest alınırken üzerine meshedilebilen mest vs. gibi ayakkabı. * Deve tabanı isimli bir nebat.